Seyhan Akıncı – Annemlerle misafirlikteyiz, küçük odada bulunan televizyonda Tarkan’ın “Kıl Oldum Abi” şarkısı eşliğinde dans ediyoruz. Pek muhtemel evin salonunda büyüklerin tabaklarında bulunan lezzetlerden nasiplenmişizdir. Anımsamıyorum. O gittiğimiz ev kimindi, onu da… Tek bildiğim sarı-siyah, ekose pantolonuyla dans eden Tarkan’ı eğlenceli bulduğum. Yavaş yavaş parçalanan büyük Yugoslavya’dan kısa bir süre önce göçmüş bir ailenin çocuğu olarak sadece ‘90’lar değil, her şey yeni bizim için; dil, coğrafya, kültür… Bu sebeple Sezen Aksu denince aklıma seçim şarkısı olarak kullanılan “Hadi Bakalım Kolay Gelsin” gelir önce. Ailedeki herkes Yugoslavya’da tuttuğu takımın renklerine yakın renkleri olan takımı tutar mesela. İnönü Stadı’nda derbi bileti için sabahlanan zamanlar… Eski Açık’tan hayatın daha anlamlı, futbolun Metin-Ali-Feyyazlı göründüğü yıllar. ‘90’lı yıllarla futbolseverler gündüz maçlarına veda edip akşam maçlarına alışmaya çalışırken bir de ‘decoder’ kavramıyla tanıştı. Artık parası olanın düdüğü çalacağını sadece Nasreddin Hoca söylemiyordu. Televizyonu yalnızca decoder değil öncesinde çok kanallı evreye geçiş dönüştürdü elbette. Özel kanallar libarelleşmenin görüntülü tezleriydi âdeta. Hülya Avşar Show’lardan Beyaz Show’lara bir gece kuşağı vardı artık. Hatta bir dönem dahası bile… ‘Seks satar’ tedavüldeydi hâlâ ve gazetelerin hafta sonu kuşe kâğıda bastığı dergilerin kapağını dönemin popüler kadınları süslüyordu. Diğer yandan gençlik dergileri ve onların hediyesi posterlerle süslü odalar ‘90’ların olmazsa olmazıydı. Bu dergilerin belli bir müzik kültürünün oluşmasında ve gençlerin farklı kültürlerle bağ kurmasında önemli rol oynadığı bir gerçek. Her anlamda kutuplaşmayı başardığımız gibi Türk Pop Müziği’nin altın çağını yaşadığı ‘90’larda da iki uca savrulma fırsatını geri tepmedik. O koskoca 10 yılda Musticiler ve Tarkancılar olarak ikiye ayrıldık. O dönemin çocukları için kırtasiyeye gelen kartpostalı arkadaşından önce almak takdir almaktan mühimdi. Kokulu kâğıtlar, Arı Mayalı renkli silgiler, siyah önlüklerin mavileşmesi, sevdiğimiz şarkıya radyoda denk gelip bir telaş boş kasede kaydetme çabası. En sevdiğimiz şarkıda hep ezanın okunması… İçimizdeki aç hevesleri hamburgerle doldurup Barış Abi ile birlikte Taksim Metrosu’nda “Elle Salla” diye tempo tuttuğumuz ‘90’lar Türkiye için tam bir kırılmayı ifade ediyor. O yılların çocukları için Sindyli etiketler, dantelli çoraplar, “Adam Olacak Çocuk”lar, tasolar olan ‘90’lar, gençler ve yetişkinler için “Abone”li konserler, blue jeanler, barlar, kuponla toplanan ansiklopediler ve “Aftersun”da duyduğumuz an burnumuzun direğini sızlatan şarkılar demekti. Bir bir yitirdiğimiz yazarlar ve şairler, Madımak, beyaz Toroslar… Kimileri için gece kadar karanlık birçoğumuz için özleye özleye bitiremediğimiz gündüz kadar aydınlık ‘90’lar. Bir yanda Salt’ta 12 Şubat’a kadar görülebilecek “Sahnede ‘90’lar” sergisi, diğer yanda her yerden maruz kaldığımız “Aftersun” çılgınlığı, 30 yıl sonra bir araya gelen İzel-Çelik-Ercan üçlüsünün Altın Kelebek’te söylediği şarkılara tüm salonun coşkuyla eşlik etmesi ve Doğan Gürpınar’ın kaleme aldığı, Telemak Kitap’tan yayımlanan “Küstah ve Cüretkâr: Türkiye’nin 90’lı Yılları” adlı kitap bize gösterdi ki tam olarak neyi özlediğimizi bilmesek de kesin bir şeyleri özledik ‘90’lara dair. Biz de bütün özlemden ve üretimlerden yola çıkarak alanında uzman isimlere ‘90’lı yılların sanatta yarattığı dönüşümü sorduk.
Didem Ardalı Büyükarman:
‘‘Kara Kitap’, Türkiye’de edebiyatın yönünü tayin etti’
1990’lar ile birlikte “Postmodern sanat nedir?” sorusu tartışmaya açıldı. 1980 darbesinin yarattığı ağır baskıcı ortamın dağılmaya başlaması, Berlin Duvarı’nın yıkılması yeni bir dünya düzenin kurulmaya başladığının habercisiydi. Tek kanallı televizyon döneminin sonunun gelmesiyle; fikirlerin, zevklerin istek ve arzuların serbestçe söylendiği bir döneme geçiş oldu. Artık “Ya o’sun ya da bu” başkası olamazsın çağından “Hem o’yum hem de bu olabilirim” çağına geçtik. Edebiyat bu çoğulculuğun keşfedilmesiyle çeşitlendi. Merkez yerine çevre, bütün yerine parça, anlam birliği yerine çokanlamlılık ve tabii ki kesinlik yerine belirsizlik geldi. Bu yapı, kutuplu bir dünyada nefes almaya çalışan nesil için çok cazipti. 1990’ların hemen başında Orhan Pamuk’un “Kara Kitap”ı Türkiye’de edebiyatın yeni yönünü tayin edecekti. “Kara Kitap” hem anlattığı ile hem de kullandığı dil ile tartışılan bir roman oldu. Tiyatroda ise Naz Erayda ve Kerem Kurtoğlu’nun Tarlabaşı’nda eski bir binada kurdukları KUMPANYA topluluğu, tiyatroda alışılagelmiş tüm bilgileri sarsan yenilikçi bir tiyatronun imkânlarını sorguladı. Özellikle “Fayton Soruşturması” oyunuyla Türkiye’nin makûs siyasal tarihini, mitoloji ile birleştirerek evrenselin içinde yerelin sorgulanmasını parçalı tiyatro anlatımıyla sundular. Meral Özbek’in popüler kültüre bakışımızı değiştiren ve ötekileştirilmiş, dışlanmış arabesk ile yüzleşmemize yol açan “Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski” kitabı içinden geçtiğimiz zamanı anlamamıza rehber oldu.
Seçkin Selvi: ‘Tiyatroda genç seyirci kitlesi ortaya çıktı’
1990’larda başta İstanbul olmak üzere belli başlı kentlerdeki yerleşik tiyatro salonlarının rant hırsıyla yok edilip yerlerine AVM’ler, rezidanslar yapılmaya başlanması hem mevcut tiyatroları hem de yeni kurulan toplulukları, kısıtlı ekonomik yapıları nedeniyle farklı mekân arayışlarına yöneltti. Böylece daha önce tiyatro için düşünülmeyen yerler gündeme gelerek alternatif olanaklar ortaya çıktı. O mekânların yapısal koşulları farklı oyun düzenlerine, farklı tercihlere yol açtı. İstanbul’da kurulan Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosu, Tiyatro Stüdyosu, Kumpanya, Tiyatro Oyunevi, Bilsak, Stüdyo Oyuncuları, Antalya’daki 5. Sokak Tiyatrosu gibi genç topluluklar tiyatroya yeni ve taze soluk getirdiler. Onların hayata geçirdiği örnekler, İBB Şehir Tiyatroları gibi köklü bir kuruluşta da Tiyatro Araştırma Laboratuvarı’nın (TAL) kurulmasına ışık tuttu. Bu oluşumların sonucunda, izleyici yönünde de çok olumlu gelişmeler oldu. Tiyatrolarda yıllardır görülmeyen genç seyirci kitlesi ortaya çıktı. Gerek sahnedekilerin gerekse salondakilerin bu yeni yapısı, bir kuşak sonraki 2000’li yılların tiyatrosunu da besledi. 1990’larda belleklerde yer eden pek çok oyun izledik. Ne yazık ki yalnızca birkaçını anmakla yetinmek zorundayım: “İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar” (Bilsak), “Abélard ve Héloise” (Aksanat), “Balkon” (Tiyatro Stüdyosu), “Sevdalı Bulut” (Dostlar Tiyatrosu), “Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye” (İBB Şehir Tiyatroları), “Geyikler Lanetler” (Devlet Tiyatroları).
Feride Çelik: ‘Sanat farklı alanlarla kesişerek tartışmalı ortamlar açtı’
Salt’a gerçekleşen ve hâlen devam eden “Sahnede 90’lar” sergisi bizleri tekrar 1990’lı yıllara geri götürdü. 1990’lı yıllar Türkiye’deki pek çok alanda olduğu gibi sanatsal olarak da büyük bir değişimin yaşandığı zamanlardır. 1990’lardaki sanat ortamına bakıldığında disiplinlerarası etkinliklerin giderek arttığı, bienaller ile küratörlü sergilerin sıklıkla görüldüğü, sanatın sosyoloji, siyaset gibi farklı alanlarda kesişerek tartışmalı ortamlar açtığı dönemlerdir. Öte yandan tüm bu değişimler ülkemizdeki sanat ve sanatçı ortamına da büyük faydalar sağlamıştır. Küratörlü sergiler, Türkiye’deki sanatçıları uluslararası dolaşıma sokmuş, yabancı izleyici, eleştirmen ve yabancı küratörlerle tanışma imkânı sağlamıştır. Küratörlerle birlikte genç sanatçıların çalışmalarına yönelim artmış, Türk sanatçılar yurt dışındaki platformlarda tanınma ve sergi açma olanağı bulmuşlardır. Sanatın farklı disiplinlerle (sosyoloji, siyaset, psikoloji, edebiyat..) kurduğu ilişkiler sayesinde daha kavramsal sanat eserleri üretilmiş ve daha katılımcı, düşündürücü, sorgulayıcı sergiler ortaya çıkmıştır. Böylece hem sanatçı hem de sanat izleyicileri farklı alanları sorgulayarak düşünme imkânı bulmuşlardır. Bu yıllara ait hafızalara yerleşmiş en iyi sanat sergilerinden bazıları şunlar: 1992 yılında Vasıf Kortun küratörlüğünde Feshane’de gerçekleşen “Kültürel Farklılığın Üretimi” başlığındaki 3. İstanbul Bienali, 1998 yılında değerli hocam Balkan Naci İslimyeli’nin Atatürk Kültür Merkezi’nde gerçekleşen “Suret” isimli sergisi ve Gülsün Karamustafa’nın Cenevre’de 1998 yılında gerçekleştirdiği “Zihnimin Kafesi” ve 1992 yılında gerçekleştirdiği “Mistik Nakliyat” isimli sergiler.
Egemen Limoncuoğlu: ‘Stadyum konseri denen o devasa şeyle tanıştık’
1990’lı yıllar müzik dünyası için çok hareketli yıllardı. Rock’ın çehresinin değiştiği, elektronik müziğin piyasada majör bir aktör hâline geldiği, kulaklarımızın ‘dünya müziği’ olarak tanımlanan global seslere açıldığı bir 10 yıldı. Türlerin iç içe geçtiği, karıştığı, yeni sesler yakaladığı bir dönem. Bizde de çok hareketli başladı. Müzik dergileriyle, özel radyo ve TV’lerin hayatımıza girmesiyle. Tek kanalın kurallarına uygun olmadığı için dinleyemediğimiz, ekranda göremediğimiz müziklerin evlerimize konuk oluşuyla. Yepyeni bir pop müziğimiz ortaya çıktı. Hızla kendi yıldızlarını yarattı. 1980’lerde ilerleyeceğine geriler hâle gelmiş popüler müziğimiz günün geçer akçe prodüksiyon estetiklerine daha yakın bir tınıyla karşımıza dikildi. Video kliplerini de yanında getirdi. Bir de tabii istesek de istemesek de ezbere bildiğimiz o tekerleme gibi nakaratlarını. Gece hayatına ‘rock bar’ kavramı yerleşti. O rock barlardan 2000’lerde Türkçe rock’ı müzik dünyamızın esas aktörlerinden biri hâline getirecek isimler çıktı. Stadyum konseri denen o devasa şeyle tanıştık. Dünyanın hakikaten en büyük isimlerini izledik. Kasetlerden, walkman’lerden CD’lere ve discman’lere geçtik. ‘90’lı yılların sonunda hareketli, üretken ve verimli bir piyasa oluştu.
Müjde Işıl: ‘Bugünün auteur sinemacılarının ayak seslerini duyduğumuz dönemdi’
1990’lar sadece akademik araştırmalarla incelenecek, sayılarla açıklanacak bir dönem değil; bambaşka yaratıcı, özgün ve özgür bir ruha sahip. O yıllar, bugün ne kadar yol kat ettiğimizin ve neleri kaybettiğimizin de duygusal olarak resmi. Bu resme sinema açısından baktığımızda önemli kırılma noktaları görüyoruz. Öncelikle dünya sineması açısında 1990’lar, bugün modern klasik olarak adlandırdığımız filmleri perdede izlediğimiz dönem. Bu filmler arasında neler yok ki… “Se7en”, “Schindler’in Listesi”, “Kuzuların Sessizliği”, “Er Ryan’ı Kurtarmak”, “Léon”, “Olağan Şüpheliler”, “Terminator 2: Kıyamet Günü”, “Rezervuar Köpekleri”, “Cesur Yürek”, Krzysztof Kieslowski’nin “Üç Renk Üçlemesi” ve daha niceleri… Bu filmlerin hepsinin aynı dönemde vizyona girmesi, anlatı imkânlarının sonsuzlaştığı bugünden bakınca bile mucize gibi… Bugünün sinemasını yönlendiren, yeni nesil sinemacıların öykündüğü hem klasik anlatıların hem de yeni dil arayışlarının muhteşem sonuçlar verdiği bir dönem. O yılların Oscar adaylıklarına bakın mesela… Onca usta işi filmin ismini en son ne zaman yan yana görebildik? Bugün sene sonu listelerinde en iyi 10 filmi zor buluyoruz, çoğunlukla da bulamıyoruz… Ülkemizde o dönemin şanslıları, adını zikrettiğimiz o modern klasikleri bugün artık var olmayan sinemalarda izlediler. Kendimden örnek vereyim. “Er Ryan’ı Kurtarmak”ı izlediğim Emek Sineması yıkıldı, “Cesur Yürek”i izlediğim Lale Sineması da yıkıldı, Kieslowski’nin “Kırmızı”sını izlediğim Alkazar Sineması ise bina olarak durmakla beraber artık kültür mekânından ziyade spor mağazası olarak var. 1990’lar İstanbul ve Beyoğlu’nun kültür kimliğiyle ayrılmaz bir bütün olduğu yıllardı. 2000’lerden itibaren hep övündüğümüz bir istatistiktir; en çok izlenen filmlerin çoğunun yerli yapım olması. Oysa 1980’ler darbenin sokaklardan çektiği, televizyonun ve video kasetlerin perdeden uzaklaştırdığı yerli seyircinin “Yerli film izlemem” diyebildiği yıllardı. 1990’lar yerli seyirciyi yerli filmlerle buluşturan ve bugünkü zemini hazırlayan geçiş dönemi oldu. Şerif Gören’in “Amerikalı”sı, Mustafa Altıoklar’ın “İstanbul Ayaklarımın Altında”sı salonlarda hareketlilik yaratmıştı ama vuslat “Eşkıya” ile gerçekleşti. Yavuz Turgul’un “Ekşıya”sı ‘görkemli kaybeden’ öyküsüyle seyirciyi kendi sinemasıyla buluşturmayı başardı. 2.5 milyon seyirci tarafından izlenen “Eşkıya”dan yaklaşık 20 sene sonra “Recep İvedik”in 7.5 milyonluk seyirci sayısına ulaşması da toplumun perdede izleme tercihindeki değişiklik açısından ilginç bir özet sunuyor. 1990’lar sadece popüler sinema açısından değil, bağımsız kanatta da bugünün auteur sinemacılarının; Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu, Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan’ın ayak seslerini duyduğumuz dönem olmasıyla da etkisi çok ama çok kuvvetliydi; belki örneğine bir daha rastlayamayacağımız bir 10 yıldı.